26 Kasım 2016 Cumartesi

Hayatımın "En"i: Anne of Green Gables (by L.M. Montgomery, Isao Takahata)

     Bu sabah Fidel Castro'nun ölüm haberini duyduğumda istemsizce;

          y con Fidel te decimos
          "¡Hasta siempre, Comandante!"

          Aquí se queda la clara,
          la entranable transparencia,
          de tu querida presencia
          Comandante Che Guevara.*

     dizelerini söylemeye başladım içimden. Evet, ezbere biliyorum. Çünkü ben Ernesto ve Fidel'i bu CD'lerle öğrenmiştim, henüz CD'nin dahi lüks olduğu zamanlarda. Yine, bir önceki blog yazısında bahsettiğim annemsel şeylerle ilgili bu durum. 
     Kendisinin hemen her şeye, iflah olmaz ilgisinden dolayı evde bulup sahiplendiğim ögelerden bir kısmı da tematik olarak hazırlanmış CD'lerdi bir zamanlar. Beşli ya da altılı bir şekilde, kartonetleri sapasağlam hazırlanmış bir diziydi bu. (YKY olabilir, çok küçüktüm ilk bulduğumda; şimdi hatırlayamıyorum.) Üç temayı hatırlıyorum ama en çok ikisini dinlerdim: Biri Eva Perón ("Evita"**  idi tabii adı direkt) kartoneti, diğeri de Che Guevara. Ansiklopedi gibi hazırlanmış bu CD'lerin kaplarında temayı oluşturan isimle ilgili bilgiler bulunmaktaydı, CD'de ise ilgili şarkılar. Evita'da, Madonna'dan Don't Cry for Me Argentina'yı çok dinlediğimi hatırlıyorum, bir de icra edeni unuttuğum Buenos Aires şarkısını. Che CD'sinde ise meşhur Hasta Siempre vardı bittabii. Fakat bu versiyon meşhur Natalie Cordone ya da Soledad Bravo yorumu değildi, kimin söylediğini ve o yorumu bulabilirsem güncellerim. Bana kalırsa çok daha güzeldi bunlardan, çok daha "Latin"di. Her neyse. Her ne kadar kendisini Fransızcaya satmış gibi görünsem de, İspanyolcayı kendimi bildim bileli çok sevmemden ötürü kartonetteki sözleri dinlerken okuyarak, daha sonra da okunuşlara aşina olup dinleye dinleye ezberlemiştim. Zaten sürekli yabancı şarkı sözü ve kitap cümleleri ezberleyen bir çocuktum. Anaokulunda kızların ısrarla Arı Maya'nın jeneriğini söylettiklerini hatırlıyorum, tabii bunlar duyduğuma göre uydurduğum, beş buçuk yaş atmasyonlarından ibaretti. İzleyip dinlediğim şeylerin açılış ve kapanış kısımlarını hiç kaçırmazdım, aşırı ayrıntıcılık o zamandan belliymiş demek ki. Hâlâ, sinemada olsun evde olsun bir film izlerken biterken akan yapım ekibini sonuna kadar okumaya çalışırım genelde. Evet, "Bu şarkı X filminin kapanışında çalan şarkıydığ!" diyen arkadaş benim. Bir de evde, mesela güncel sayılabilecek konuları ele alan belgeseller hakkında "Eski mi bu yeni mi acaba?" tartışmalarına "Ohoo üç yıl öncesinden kalma bu."yu yapıştıran çocuk. Araba markası ezberlediğim o karanlık döneme girmiyorum bile. 

     Uzattım zira asıl konum bu değil. Çizgi filmci bir çocuk olmam hasebiyle arada, sevdiğim çizgi filmlerin "theme song" denen jeneriklerini dinlerim hâlâ. Bugün de Remi'ninkini dinlemek istedim. Belki çok bilinmez, damar damar üstüne çizgi filmlerden biriydi; gider hep böyle şeyler bulurdum. Annesini kaybedince sirke katılmış bir çocuğun dramını anlatıyordu, "Nobody's Boy: Remi" zaten tam ismi. Yeri gelirse ondan da bahsederiz. İşte, YouTube'da bu jeneriği dinlerken altında şu başlıklı bir başka video gördüm: "Anna dai capelli rossi Sigla integrale 1980". Video kapağında da arkası dönük kızıl saçlı bir kız çocuğu görünüyordu. Anna? Anne? ANNE! Evet, evvet; bu benim Anne'imdi! 

     

     Yıllardır, gerçekten arada esince birkaç yıldır, videosunu arayıp bir türlü bulamadığım; hayatımda en çok iz bırakan çizgi filmlerden biri, belki de en çok iz bırakanı olan bir yapımdı bu. Bilumum anahtar kelimelerle aratmıştım şimdiye dek: anne, anne the cartoon, anne çizgi film, anne grandma and grandpa... Yok, çıkmıyordu. Ya ben hayatımın bu çizgi dizi ile geçen kısmında hayâl görmüştüm ya da cidden kimse bilmiyordu bunu. Bir alt başlığı vardı ama bir türlü hatırlayamıyordum. Biliyordum, Google "anne grandma grandpa"dan nereye gelsindi ama olsundu, bir video kapağı falan görüp atlamalıydım. Şimdi ise bizim Remi'yi açınca önerilen video olarak çıkmıştı! Oysa ben daha önce de kaç kez açmıştım Remi'yi ki. Fakat bu kez YouTube'da bir "İtalyan bölgesi"ne dadanmışım galiba. Sağ olsunlar, ablalar abiler birçok jenerik yükleyip efsane bir amme hizmeti yapmışlar. Yüklenen videoların düzgün başlıklı ve açıklayıcı olmasına da önem veren biri için bu yazıdaki Anne videosunu yükleyen kullanıcı da iyi ve verimli bir kullanıcı oluyordu böylece. Kendisine buradan teşekkür etmek istiyorum. Acayip belissimo hareket hocam. 

     Fakat çizgi film hiç de İtalyan çizgi filmi falan değildi diye hatırlıyordum. Bir kere Anne'di isim kesinlikle. Yine de bu isimle arattım ve karşıma "Anne of Green Gables" çıkmasın mı! Meğer bizim Anne, Lucy Maud Montgomery -hasta olduğum soyadlarından biri- Anne of Green Gables (Türkçeye "Yeşilin Kızı Anne" olarak çevrilmiş) romanından uyarlamaymış. Yani o hatırlayamadığım alt başlık kısmı, aslında alt başlık falan değil, ismin devamıymış.
    Videoyu açınca burnuma olanca hızıyla çocukluğum kokuverdi. (Zaten öncesinde Heidi, Sailor Moon ve Remi izlemişim vicdansızlar!) Bu çizgi film benim için çok önemliydi -ve önemli- çünkü küçük Anne, aslında hem bendi hem de olmak istediğim ben. Hikâye kabaca şu: 

     Birlikte yaşayan ve evli olmayan orta yaş üzeri bir abi-kız kardeş, yetimhaneden bir erkek çocuk evlâtlık edinmek isterler. Fakat yetimhane, işlemleri bir kız çocuk üzerinden yapar ve Anne Shirley bu kardeşlere evlâtlık olarak verilir. Matthew Cuthbert, Anne'i almaya gidince ona hemen kanı kaynasa da kardeşi Marilla, biraz aksi bir kadındır ve istedikleri erkek çocuk bir de kız çıkınca ters davranır kıza uzun müddet. Anne ise konuşkan ve çok sıcakkanlı bir kız olduğundan bu onu çok üzer. Ayrıntıya girmiyorum, neticede Marilla da Anne'i çok sever ve mutlu mutlu yaşarlar. Olaylar da genelde Green Gables'taki çiftlikte geçmektedir, Heidivâri bir ortam düşünün. İnanılmaz güzel. 

     Tabii ki, benim yıllar önce izlediğim ve bulamadıkça artık neredeyse hayâl görmüş olduğumu düşünecek raddeye geldiğim bir çizgi filmdeki soyadları falan bu kadar net hatırlamam pek mümkün olmadı. Bu çift benim için Anne'in anneannesi ve dedesiydi. (Böylece neden "anne grandma grandpa" kullanarak arama yaptığımı anlamış oluyoruz.) Ben de anneannem ve dedemle yaşıyordum, benim anneannem aksi falan da değildi çok şükür, en iyi arkadaşımdı. Ama yine de genel çerçeve Anne'in ben olması için yeter de artardı. Çok şükür, benim annem babam vardı ama sabah erken gittikleri, akşam geç geldikleri için göremediğim zamanlar dahi oluyordu birkaç gün. İşin ilginç yanı Anne'i annemle, kardeşim doğmadan önce doğum iznine ayrıldığında keşfetmiştik. Şimdi bulduğumu öğrenince o da çok sevinecek muhtemelen. 

     Peki Anne aynı zamanda neden "olmak istediğim ben"di? Bir kere çok tatlı elbiseleri vardı, balıkçı yaka, uzun kollu, düz kesim etekli. Kıpkızıl örgülü saçları vardı, sürekli çiçeklerle iç içeydi, mutluluğuna Marilla'nın ilk baştaki aksilikleriyle hep ket vuruluyor gibiydi ama o hiç vazgeçmiyordu. (Ağaçtan elma topladıkları bir sahne vardı mesela, videoda var; işi gücü Marilla'yı gözetmekti orada, çocuklar kaç göz gözetir ya, öyle.) Hanım hanımcıktı mesela ve ben aşırı duygusal bir çocuk olmama rağmen öyle elbiseyle kırda mırda koşturan bir çocuk olmamıştım. Elbiseyle kırda koşturulur mu?! Anca, dedem beni ırmağa bağlanan dereye eğilmiş, garajdan aşırdığım paslı teneke kovaya toprakla "yemek yapmalık" su doldurmaya çalışırken yakalamıştı ya da kaydıraktan elbiseyle yüzükoyun kayacağım diye göğsümü tak diye zemine çarpınca öleyazmıştım falan. Bir de şimdi unuttuğum bir şeyi görüyorum ki Anne'in kedisi, hatta yavrulayan bir kedisi varmış! Çok sevdiğim tüm çizgi filmlerin hep hayvanlı, özellikle de kedili olduğunu fark ediyorum. Hikâyeye çevrede dahil olan figüran hayvanlar değil, bizzat karakter olan hayvanlardan bahsediyorum. O zamanlar evimizde kedimiz olmasa da zamanında kuş ve çokça balık geçmişim olabilmişti bari. Bir de halamın köpekleri ve sokaktaki herkes. Anlıyorum ki, çocuk gelişiminde cidden çok çok önemliymiş her hayvan. 

     "Nerede pek bilinmeyen yapım, orada ben." temasını anlatmaya dönen bu yazıda, mutluluğumu şu anda mevcut olduğu kadar gösterememişimdir belki. Anne'in odasındaki ekose battaniyesinden tutun sürgülü penceresine kadar her şey çok sıcak geliyordu bana. Anneannemlerdeki, tahtakurularının yer döşemelerini kemirme sesleri arasında daldığım uykular geliyordur belki aklıma. Anneannemin Marilla ile uzaktan yakından alâkası olmamasına rağmen bu aksi gibi duran kadının daha sonra Anne'i çok çok sevmesi ve kendisinin bir tontişe dönüşmesi durumu kurtarıyordu. Matthew ise tam dedemdi zaten: Anne de Anne! 

 


     Videodan ekran görüntüsü alıp birçok kolaj yaptım. "Me in a nutshell" tarzında paylaşmak istiyorum, belki bir müddet bir yerlerde profil-kapak vs. fotoğrafı bile yapabilirim bunlardan. Neticede, bağdaştırmaya meyilli insan kendini bir şeylerle.

     Fidel'den, Che'den buraya geldim. Yine anne ögelerinin ekmeğini yedim, doydum; elhamdülillah. Sofrayı da kuran kaldırsın madem. Tatlı olarak içinde başka videolar barındıran Türkçe YouTube miksini  de bırakayım. (Jenerik buradakiydi yani ülkemizde yayınlanan versiyonda.)
      
     *: Carlos Puebla.
     **: Size rüyamda Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs'te Eva Perón heykeli olan bir rüya gördüğümden bahsetmiş miydim? Evet, etmişim. Tık


     Not 1: Anne'in uyarlaması tabii ki Japon yapımı, 1979. Remi de öyle, 1977. Ya ne olacağıdı?
     Not 2: Çizgi filmin mizanseni Miyazaki'denmiş. Öhöm. 
     Not 3: Hem İtalyanca hem de Japonca adında ("Akage no An" imiş) çevirinin "Kırmızı Saçlı Anne" şeklinde yapıldığını görüyoruz. Biz ise aslına riayet ederek çevirmişiz, vuhu!
SaveSave

6 Temmuz 2016 Çarşamba

Çocukluğumun Hiçbiri Çocuk Kitabı Olmayan Üç Kitabı (a.k.a. For Whom the Book Tolls)

                                                         Mirkelam - Hatıralar 

     Bayram bayram aklıma, hatırladıkça gülümseten ve aynı anda “Yalnız olaya gel.” dedirten üç hatıra geldi. Üç hatıra ama ortak noktaları bol: Baş karakterleri annemin kitapları. Buraya derli toplu yazayım ki sonrasında, düşünmek yerine biraz daha tembelleşip buradan açıp okuyayım. 
İlk ikisinin kronolojisini tam olarak kestiremiyorum ama büyük ihtimalle öncelikle şuraya değinmem gerekiyor: 

     Altıncı sınıfa -ben hâlâ orta bir demeyi sevsem de şu anda bu sıralama karışıp düzen bozulduğu için altı diyeyim- kadar halamlarla aynı binada oturduk. Beş katlı bir apartmanın en üst katında oturmak, annesi babası çalışan ve hayatını anneannesi ve dedesiyle geçiren bir çocuk için, akşam geç vakitlerde uykulu bir şekilde merdiven -asansör yok tabii ki- çilesi çekme açısından kötü görünse de sol köşedeki park manzarası, efil efil esen L köşesi ve sıcak yaz gecelerinde balkonda yatma seansları açısından oldukça da keyifliydi. Ayrıca mesela halamlar aşağıda olduğundan, hafazanallah, bir ev kazası durumunda “Halaaa, ev yanıyooor!” gibi ortalığı velveleye vermelere imkan tanıyan, hem balkondan hem de oturma odasından bu balkona çıkış bulunması durumu vardı. (Tamam abartmayalım, çekingenin daniskası bir çocuk olarak bunu gerçekten sadece bir kez can havliyle yaptım.)



     Yine bir yaz günü balkonda otururken canım sıkılmış olacak ki -zira evcilikten hiç hoşlanmayıp oyuncak tamirat malzemeleri takımıyla oynayan, kalabalık çocuk gruplarında bunalıp eve gelerek orayı burayı karıştıran bir çocuktum (matah değil)- annemin kitaplarından birini seçip okumaya başladım çünkü hanımefendiyi -ebeveyn kızgınlığı tonu ile okunacak- bu bomboş günlerde kendi kitapları da kesmiyordu galiba. Elime geçen kitap, Paolo Coelho’nun Piedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum Ağladım’ıydı. Yaşım ise sekiz falan muhtemelen.


"Ay evet buu!"
Kaynak: http://www.kitap-ozet.net
     Şimdi hatırladığım, kitabın ultra-melankolik ve romantik baş kahramanından çok, anlatı mekanı ve kapak görseli. Bu kitabın ne zaman konusu açılsa beni gülümsetiyor oluşu, daha önce ya da sonra yaşadığım bir anla bağlantı kurmuş olmamla ilgili sanırım. Can Yayınları’nın kapak görselinde nilüferlerle dolu bir göletin kenarına uzanmış narin bir kadın portresi vardı. İçinde de zaten, hep böyle loş, nemli, yosunlu, bulanık bir ortam tasvir ediliyordu. Burayı; kitabı okumadan önce ya da okuduktan sonra Yivli Minare civarlarında ailecek dolaşırken gördüğüm bir uçurumvari mekana benzetmiştim. Deniz, falezlerden içeri bir koy oluşturmuş gibiydi ve burası muhtemelen günün her saatinde gölgede kaldığından oldukça rutubetli ve elbette nilüferli bir minik gölcük gibiydi. Trabzanlara dayanarak burayı izlemiştim. (Böyle bir yer gerçekten vardı ya, var mı? Allah'ım inşallah lucid dream falan görmemişimdir çocukluğumun baharında.) Dolayısıyla kendimi bu anda ya kitaptaki kadına ya da kitaptaki kadını o andaki kendime benzetiyordum. Piedra Irmağı’nın kıyısında değildik belki kardeş ama Muratpaşa’nın yakıcılığında nilüfer romantizmi yapmak da sekiz yaşında bir çocuk için oldukça Victor Hugo’ydu yani. Cedric, romantizmde halt etmişti yanımda. 



     İşte tam, bu evimizi taşıdığımız zamanlara tekabül eden bir vakitte, anneannemle dedemin Memurevleri’ndeki görev zamanlarında oturdukları apartmandan bize kalan daireyi dayayıp döşemiş, arada hafta sonları gidip Antalya Merkez’de kalmaya başlamıştık zira o dönemlerde ilçeler henüz çok gelişmediğinden sinema, alışveriş gibi ihtiyaçlar için çoluk çocuk toplanılıp ara sıra Merkez’e gidilirdi. 

     İlk etapta annem, evin dekorasyonuna katkıda bulunsun, muhtemelen ev boş görünmesin diye sehpa üstü dekoru olarak birkaç kitap getirmişti oraya. Allah biliyor ya, o evi hiç sevememiştim ve acayip sıkılıyordum. Evin ambiyansında beni içten içe sıkan bir şeyler vardı. Büyük ihtimalle bir cumartesi kös kös otururken gözüme sehpada duran üç kitap ilişti ve aralarından birini gözüme kestirerek okumaya başladım: Kadının Adı Yok (Duygu Asena). Anneme olayı hemen her anlatırken “Acaba babama kızdığın hangi vakit bir hışım gidip aldıydın bu kitabı?” diye takıldığım bu kitabı da o gün bitirdim sanırım. Birçok kadın hatırlıyorum; ana kadınlar, yan kadınlar. Dolayısıyla 10–11 yaşlarındayken yalnız bir ana olaya odaklanmakla yırtabilecekken hemen hepsi kötü biten ya da en iyi ihtimalle kötü ilerleyen birçok ana olayla baş etmek durumunda kalmıştım galiba.

Bizdeki bu baskı değildi, onun görselini bulamadım.
Kaynak: pembevosvosum.blogspot.com

     Yıllar sonra derslerden birinde “feminist history” ile ilgili bir mevzudan bahsederken hoca spesifik bir konu hakkında “Bu hususta Türkiye’de yapılmış ilk çalışmalardan biri de Duygu Asena’ya aittir, nedir o çalışmanın adı?” dediğinde ilkokul bilgilerime dayanarak “Kadının Adı Yok!" demişliğim vardır. Tabii ki bu kitabı birçoğumuz biliyoruz ve birçok kişi okudu. Burada asıl vurgu benim bu kitapla tanıştığım zaman dilimi ve o zamandan beri bir şeyleri kafamda bağdaştırmış ve doğru konsepte oturtmuş olmam: “Hmm, annem babama kızdığında almıştır bunu kesin. Ee Çocuklar Duymasın Havuç da Duygu’ya paso “feminiz” diyo. Demek kiii…”

     Tabii bazı kafalar “Oğlum bu başörtülü kız bu kitabı nerden biliyor lol.” der gibi bakmış olabilir. Gönül isterdi ki “Cnm yalnız ben o kitabı 11 yaşında okudum :):))” diyeyim. Şaka tabii. 







     Söz konusu üçüncü kitabı da yine altıncı sınıfta okumuştum. (Bu dönemde nasıl bir yükleme yapmışım kendime?) Bu kez dönem içindeydik. Misafir odasındaki çoğu 60–70 basımı olan ama hala tertemiz ve yıpranmamış olan kitaplara yöneldim. Bunlar annemin 2002 yılında vefat eden eniştesinin -hem annemle dayım hem de kendi çocukları üzerinde entelektüel açıdan çok emeği vardır, biz de çok severdik, Allah rahmet eylesin- bizlere miras kalan kitaplarıydı ve tabii ki annemin kitapları olarak biliniyordu. Sürgülü kapağı açıp Anaların, Savaş ve Barışların, Çanlar Kimin İçin Çalıyorların, Yüzbaşının Kızı’nın falan arasından tek bir kitap seçtim: Bitmeyen Kavga (John Steinbeck)





     Bu kitabı en çok mutfak masasında okuduğumu hatırlıyorum. Saman kitap kağıtlı, Courier fontlu ve eski ve mis kokuluydu. Bu kitabın diğerlerinden farkı vardı ve var: Her şeyiyle, her satırıyla çok sevmiştim bu kitabı. Beni hem okuma esnasında çok etkilemiş hem de okuduktan sonra, hani o arka kapağı kapattığınız hüzün anı var ya, işte o anı yaşatmıştı bana. Hâlâ da severim çok. İçine not bile almıştım sanırım, ki kağıdı daha sonra kitap tekrar elime geçtiğinde içinde bıraktığımı hatırlıyorum. Onu ayraç olarak kullanmıştım, tırtıllı bir not kağıdıydı.






     Bunları bu kadar uzun uzadıya neden anlattım? Dedim ya, dönüp kendim okuyacağım önce. Şaka şaka. Hem o, hem de bence biraz komik, biraz manidar, biraz da hüzünlü. Komik çünkü sen 8–11 yaş arasında okunabilecek kitapları beğenmeyen bir çocuk var ortada, artiz ne arar la bazarda. Manidar zira özellikle ikinci kitabı okumam bende geri döndürülemez hasarlara da neden olabilirdi, ibret alalım, babalara kızmayalım. Biraz hüzünlü çünkü her ne kadar anneanne ve dede delisi bir çocuk olsam da hayatı boyunca hep anne özlemiyle yaşamış, annesi yaz-kış kıyafet değişimi yaparken bile ortada valiz görsem “Anne yine mi eğitime gidiyorsun?” diye kalbi güp güp etmiş de bir çocuktum.

     Ama, her şeye rağmen şimdi keşke olsak dediğimiz bir çocuktum. Ve bunların hepsi bana “o”luğumu hatırlatıyor.

     Gidip biraz Bugs Bunny izleyip onun gibi havuç yemeye çalışayım. (Vizelere çalıştı ya da miskinlik yaptı.)



SaveSaveSaveSave

12 Temmuz 2015 Pazar

Kırk Bir'den Hamim ve Kehf


     Hayırlı sahurlar,

     Ben Hamim. Fussilet Suresi'ni çok seven dedemin ebeveynlerim üzerinde ilk ve son kez kurduğu dominasyon üzere aldığım ismimle 12'den önce uyumaya tepki olarak doğdum. "Hiç masmavi çiçek var mı acaba?" gibi biraz feminen bir sorunun cevabını daha yeni buldum: Sardunya. Hayatımda tanıdığım ilk futbolcu, halamın kızının kendisine olan ekstrem düşkünlüğünden dolayı Nuno Gomes'tir.

     Hayatımın ilk yirmi dokuz yılını -ki bence yirmi dokuz otuzdan daha büyüktür- inanç kelimesini toplum içinde el açarak dua edemezcesine kullanmaya erinen ya da namaz kılarken odasına girilmesinden rahatsız olan bir "latecomer" baba gibi davranan / davranmak zorunda bırakılan bir arkadaş grubunun içinde sol eğilimlerim varmış gibi geçirdim. Bu bir prestijdi. İç Anadolu'nun bir alt kategorisini oluşturan ve yobaz addedilen ekstra ücra bir kasabanın dışarı okumaya gitmiş, parkalı aydın öğrencileri gibi.

     -"Bu kasabayı bir kalkındırıcaz."

     İsmimin kırk birinci surenin ilk ayeti olduğunu hiç kimsenin çakamaması, hatta milletin kendisini havalı bulması çok iş gördü yıllarca. Babama, oğlunun adını Kürşat koyup mimlenmesine sebebiyet veren babalar gibi davranmayıp dedeme izin verdiği için çok teşekkür ettim. Yirmi dokuzdan sonra ise bu teşekkürüm, ismimin bir ayet olmasına karışmadığı için olacaktı. İnşallah güzel ölmüştür.

     "Olmak" ile "ölmek" arasında, fonetik bir bağlantının ötesinde uhrevi bir ilişki de kurduğum için Türkçenin en güzel harf oyunu oldu bu iki kelime benim için. Yirmi dokuzdan önce de öyleydi. Yoksa penbenin pembe, çenberin çember falan yapılmış olmasına hep içerledim lakin "de" ayrı yazılmalıydı da. İlkokulda en iyi dersim Türkçeydi. Bir oğlan çocuğunun en iyi dersinin Türkçe olması çok garipti, kendine müstakbel bir mühendis gözüyle bakılmasına sürekli ket vuruyordu. Zira Şeker Portakalı'ndaki ağzı bozuk Zeze'ye ya da Asteroid 612'yi kendince revize etmeye çalışan ağlak Küçük Prens'e değil, gerektiğinde bu tarla takkanın en sofistike gerecini tamir edebilecek bir yedek reise ihtiyacı vardı bu evin!

     Sonra geç de olsa okumaya indim şehre. Geç olunca nefsine uyman çok daha kolay oluyor. Bizim mevzubahis arkadaş grubuyla kümülatif olarak şehre doğru dikey hareketlilik dalgası başlattık bizim memleketten. Sürünün kendini kaybedecek -ya da unutacak- mekanlar, akımlar, hipotezler... bulması işten bile olmuyor. High-Two diye bir bar bulduk kendimize dünyayı kurtaracak tüm solsal planlarımızı yapacak. High-Two, ismini, Ronnie James'in babaannesinin inançlarından "kapızlayıp" icat ettiği iddia edilen metal işaretinden alıyordu adını. High-five değildi de, high-two idi yani. Böyle vay belik anlamları olan adamları, kadınları ve mekanları severdik.

     Fakat ne hikmetse -tabii hikmet burda güzel durmadı, paraphrase ediniz rica ediyorum- ben hödük bir rockera yakışacak bira bardaklarını değil de, ince boyunlu şarap şişelerini severek ağır Louis Armstrongcu cazcı gibi davranıyor, aynı anda rakılı Müzeyyen Senar şarkılarını cover yapmaya çalışıyordum.
     Sonra çarşambaları fasıl hizmeti veren Çiçek Pasajı restoranı çakması bir kıyı köşe lokantasında arabesk-fantazi şarkılar söyleyen assolist bir kıza aşık oldum. High-Two'yu ve çerezli masalarını neredeyse bırakıp Yaşam Lokantası'nın kirli ekose örtülerinin üzerinde, ancak dünyaca ünlü bir yabancı aşçının yiyebileceği kadar pişmiş et yemekleri yemeye başladım. Hayatım tam bir fatal error ve epic fail duosu üzerine ilerliyordu.

     Aşık olduğum kız çok gururluydu, dışarıdan görünmeyen takvasına yakışmayacak ve onu sekteye uğratacak kadar gururlu. Sırf hasta annesine başkasının değil, kendi parasıyla bakabilmek için evlenmiyordu. Onu şimdi tanısak, queer içine hapsolmuş minibeyinlerimizle azılı bir yetmişler feministi zannederdik ama değildi. Beni çok severdi, biliyordum. Fakat her mahallenin bir Kardeşler Ltd. Şti. esnafı olduğu gibi her Yaşam Restoran türevinin de bir Marlon Brandosu vardı. Kahrolasıca, adamlarından birinin şarjörünü neredeyse kızın on birinci omurunun üzerine boşalttırmak suretiyle felç bıraktı onu.

     Nilhan -ki muhtemelen gerçek adı bu değildi ama hiç öğrenmek istemedim bir gerçek ismi vardıysa da- ile senkronize seyretti hastalıklarımız. Onun durumu kötüleştikçe ben isyana daha çok saplandım. Onu ziyarete sık sık gidemiyordum da, adamların benim ensemde olmasını geçin; önemli olan onun ensesiydi. Bir üç mart günü ziyaretine gittiğimde sigara içmekten iyice mahvolmuş ses tellerinden hırlayarak şöyle seslendi bana:

     -Ahmet Özhan.


     Bu isim ve soyisimden sonra sesini bir daha duyamadım. Sesini iyice kaybettiği için değil, onu kaybettiğimiz için.


     ***

     Burada yirmi dokuzdan otuza geçiyoruz.
     Burada, High-Two sayfasını kapatıyoruz. Yaşam zaten kapandı.
     Burada double-cross ve twin pedal davullardan, Fender Stratocaster gitar hayallerinden, ilk öğrendiklerim elbette nihavent, rast ve saba olan makamlara geçiyoruz.
     Burada, olmayan dinimizden ihtida ediyoruz.

     ***

     Ahmet Özhan'ın söylediği ilahileri dinleyip kavram araştırması yapmaya başladım. Sondan başa gitmek gibi oldu biraz ama inşallah oldu. Okulu bir yıl dondurup çılgın gibi kütüphane karıştırmaya başladım. İlk başlarda -klasik- kavram araştırması, bilgilenme vs. formunda yürüyen çalışmalar Nilhan'ın ölümünün ikinci yılında meyvesini verdi. O yılın Ramazanının üçüncü gününde hayatımda ilk kez oruç tuttum ve ilk namazımı oturduğum köhne mahallenin rutubetli ve belki bir tek bana şirin görünen camisinde teravihle kıldım. Yine sondan başladım yani. Sanırım tarzım bu.

     O yılın sekizinci ayında nüfus müdürlüğüne gidip ismimi Yemliha Hamim olarak uzatmak üzere dilekçe verdim. Ashab-ı Kehf'e kafayı takmıştım. Yurtiçinde Ashab-ı Kehf'in uyandığı varsayılan ne kadar mağaralı yer varsa gittim, gördüm. Hatta İzmir tarafındakine gittiğimde başıma güneş geçmesini sağlayıp iki-üç gün havale halinde yattım. O sırada iyileşince bir köpek alıp adını Kıtmir koymayı düşünerek heveslendim durdum. Tabii iyileştikten sonra "yemedi". Ben ve köpeğim bu ismi kaldıramazdık. Bizim mahallenin uyuşuk köpeğinin adını en düz mantıkla ""kız bizim hatun" manasında Jin koydum çünkü dişiydi ve çok anaçtı. Bir ton köpek ve kedi büyüttü. Bir keresinde bizim derede kaybolan ördek yavrusuna bile baktırdık kendisine.

     Dondurduğum okuldan kaydımı aldırdım, cidden mühendis falan olamayacaktım. İsmini bile duymak bende "mühendisit" gibi bir hastalığa yol açıyordu. En basit ve açık gerekçeyle arkadaşlarıma ve çevreme "Oğlum kafam basmıyor cidden." dedim. Annem kendimi sıksam tabii ki de en güzel bir şekilde bastığını ama çok tembellik yaptığımı söyler. Onunla bunu tartışmaktan yoruldum.

     -Anne zaten lisede de hep sözel zekam fazla çıkıyordu rehberlik testlerinde ya!

     Açıktan sosyoloji okumaya karar verdim çünkü ücra bir kasaba-köyden yetişmek yıllar sonra dönüp üzerinde araştırma yapmayı gerektirirdi.


     Üç gün sonra düğünüm var. Annemin "the köşedeki birikmiş"iyle ve benim evladiyelik part-time hikayelerimin zulasıyla halletmeye çalışacağız inşallah.

     Eski arkadaşlarımdan -hani şu bizim ilk çekirdek ekip, solsal olan- biri vuruldu, Selma ile Nazif evlendi; İbrahim asla dine dönmedi.

     Nilhan'ın annesine müstakbel eşimle birlikte bakmaya devam edeceğiz, Asiye bunu Nilhan'ın annesi olduğu için değil, bakıma ihtiyacı olan, yatalak, dünyanın en tatlı insanlarından biri olduğu için yaptığımızı anlayacak kadar Müslüman çok şükür.

     High-Two duruyor, yanına açılan kocaman "pub"ların yanında tam bir ihtiyar delikanlıymış. Yakınından hiç geçmedim uzun zamandır.

     Orta ikinci sınıftan bu yana fırsatım, imkanım, kalemim, defterim, takatim... olduğu sürece tuttuğum günlük meselesine üç gün sonra nokta koyma kararı aldım. Son bir envanter olarak bunu saklayacağım işte. Evde bana bir çekmece yetecek yani. Babamın kapağını bizim inatçı ceviz ağacından yapıp içini diktiği defterim ve gittikçe modernleşen türevleri ile Ahmet Özhan albümleri için.


     Bir tımarcı olarak; kolay ev temizliği için küçük, benim için büyük bir adım.

21 Nisan 2015 Salı

Dear Jamie Oliver...

     İnsan, hayatında ya da hayatı için kimin neden, ne kadar ve nasıl ehemmiyet ihtiva edeceğini bilemiyor hiçbir zaman. Büyük konuşmak, en çok bunun için sakıncalı belki de. Büyük ebeveynlerle bol bol "aman büyük konuşma guzum seansları" yapılmalı bedavaya.

     Bugüne çok da uzak olmayan bir yılın sonları ve birinin tamamı, benim hayat dersi yoğunluğu en fazla olan dönemlerim oldu hayali bir grafik çizecek olursak. Dersi tam olarak anlayıp anlamadığımdan emin değilim hâlâ uçlarda yaşamaya meyilli biri olarak fakat fark ettim en azından. İnsanın içinden başka benler çıkaran dönemlerin yaşaması travmatik olsa da önemliliğini mesela. (Travmatikte v harfi m'den önce yazılıyor, bunu artık ezberledim ve şu anda Franz Ferdinand - Take Me Out dinliyorum.)


     Sebepleri çocukluğa inme sebebi olan bir kendim ettim kendim buldum hastalığıyla boğuşma hikayesinin nasıl enternasyonel bir vakaya dönüştüğünün hikayesi bu aslında. Odd to yiyememe.

     Tedavi sürecine, iki yandan, anne emrivakileriyle zar zor başlandığında sekiz yaşında normal bir çocuğun bünyesinde barındırdığı yağ oranından dahi daha azdı (-mış) bendeki. Sınava hazırlandığım için yatarak tedavi elzem olmasına rağmen tercih edilmeyecekti bir terslik olmadıkça, önce kafa sonra mide açılmaya çalışılacaktı. "Hande, ölüyorsun!"lar peş peşe geliyordu fakat insan bazen çok Tumblr, ölmekten ya da ölüyor olmaktan falan ergence zevkler duyabiliyor.
     Normal bir insanın yiyerek ayda sekiz on kilo falan verebileceği bir tempo ile başladı hayata döndürülme sürecim. Neredeyse gün aşırı ziyaret edilen beyaz koridorlar ve her gün merhabalaşılan elips haplar da cabası. Fakat başta belirttiğim gibi, bunlar hiçbir önem arz etmeyebiliyor ufak görünen ögelere nispeten. Ne bir ızgara, ne bir tereyağı, ne bir antidepresan, ne bir Ülker Çikolatalı Gofret ufak bir ünlem cümlesi dışında etkili oldu belki. (Elbette hepsinin hayati önemi vardı, iki diş çikolatanın önemi olur mu, demeyin. "Bir daha yiyemeyeceğim nasıl olsa." endişesiyle bir kitabın arasında bütün tatlı ambalajlarını biriktirdiğimi düşünürsek, dehşetengiz bir öneme sahip.)

     O yılın aralık ayında yeni bir kanal yayına girdi: 24Kitchen. Meraklısına gastronomi kanalı. Dünyanın birçok ülkesinden alanında uzman şefler hem göze hem mideye hitap eden tarifler yapıyor, birbirleriyle yarışıyorlardı adeta. Annem keşfetmiş D-Smart'ın elli küsuruncu kanallarında. (Elli ikiydi.) Annemin amacı bana yemek yemeyi sevdirmekti elbette. Ben de oldum olası yemek yapmayı yemekten çok sevdiğimden (belki eşittir) tuttum kanalı. Dershaneden gelince yemek aralarında, ara öğünlerimi yerken vs. izliyorum sürekli ya da akşam ders arası verdiğimde. Zaten ilk başlarda öğlen yağsız tuzsuz ızgara ve akşam altı kaşık sebze yemeğinden oluşan öğünlerim ve gittikçe üç kurabiye iki dilim keke dönüşmesi gereken ara öğünlerim birer saat falan sürüyor bir lokmayı iki dakikada çiğneyebildiğim için. Onun dışında da elimde ya bulaşık, ya kardeşim okuldan gelince hazırlanacak yemek ya da kalem oluyor. Mis.

     Bir akşam otururken bir program çıktı: "Jamie ile 15 Dakikalık Yemekler" (Jamie's 15-Minute Meals). Yerinde duramayan bir adam on beş dakikada iki üç tane yemek yapıyor. Döke saça, kargacık burgacık ama çok neşeli, feci hayat dolu. Gıdalarla aşk yaşıyor. Gitarını çalarken kendinden geçen Dave Murray gibi yaptığı susamlı tavukları indiriyor mideye. (Gerçi ilk izlediğim programda spagettili sebzeli ördek yapmıştı galiba.) Başım dönüyor hızını takip etmeye çalışmaktan, benim bir saatlik yemek oluyor bir buçuk saat. Ama olsun, yemek yemeyi sevmeye başlıyorumdur artık belki. Belki annemle yemeğin içine azıcık hayvansal yağ koyduğu ve bu midemi sıktığı için tartışmayacağımdır artık. Vesaire.
   
     Ay aralık olduğu için bu programa ve diğer iki Jamieli programa ek olarak Jamie'nin kendi ailesiyle yaptığı yılbaşı programlarını yayınlamaya başlıyorlar o zaman. Essex'teki kendi kocaman bahçeli evlerinde bahçe lavabosunda düşüre saçıra domates yıkayan, kucağında çocuk kebap yapan, bahçedeki boş bir kasayı "Ben biraz pislik severim." diye ters çevirip üzerinde soğan doğramaya başlayan, kocaman fırınına pideler atıp duran, ustası Gennaro Contaldo ile bazen mantar toplayan bazen de Floransa'da pizza yapan bir adam. Kanalın ilk zamanları olduğu için genellikle aynı programların bölümleri var ama olsun, ben hepsini dost belleyip jinglelarını bile ezberliyorum. Rudolph van Veen, Lorraine Pascale, Anthony Bourdain, Bill Granger, Lucinda Scala Quinn, Annabel Langbein ve ilk nesil diğerleri... Rudolph bir baba edasıyla pasta kreması sürüyor, Lorraine ikide bir ev ekmeği yapıp duruyor örgü şekli verip, odun sobasının üzerine kestane atmışım gibi hissediyorum; Anthony her yeri gezip duruyor, Lucinda ununu elemiş eleğini asmış, tüm yemeklerden sonra üstüne bir de Kuru Kahveci Mehmet Efendi'den diye gösterip Türk Kahvesi yapıyor, Bill Avustralya'da paso parti verip çocuk eğlendiriyor, Annabel tarlalarda avokado topluyor falan. "Deli olacağım, yemek yemek bu kadar zevkli miydi ya?! Her şeyin tadını unutmuşum, burdakilerin hiçbirinin tadını hatırlayamıyorum." 

     Fakat hepsinin hakkını teslim ederek söylüyorum, hiçbiri Jamie Oliver'ın yaptığı bir yemeğin herhangi bir lokmasını ağzına attığında kendinden geçerek "Hmm, cennetten çıkma!" deyişi kadar "aydınlatamıyor" beni. "Nasıl ya?" diyorum, "O kadar mı yani?" Ve bunu her gün defalarca duydukça belki, aylar aylar sonra, elbette anneciğimin ve iki canım doktorumun çabasıyla ilaçlarımı babamdan saklamamaya başlıyorum yavaş yavaş ve bazen dereotlu poğaçaya terfi edebiliyorum.

     Doktorlarımdan biri her seansımız için sürekli yazmamı istiyor ve "ona sürekli ve böyle uzun uzadıya yazan tek danışanı olduğum için" teşekkür ediyor bana. Hazır ders aralarında yazmaya alışmışken annemin "Bu kadar ne yazıyorsun?"larına aldırmadan yemek masasına bilgisayarımla çekilip Word'ü açıyorum. Hiç sevmediğim default Calibri fontuyla alelacele bir başlık atıyorum: APPRECIATION.

     Evet, bana tedavi sürecimde bilmeden delicesine yardımcı olan Jamie Oliver'a teşekkür mektubu yazıp gönderecektim ve çok kararlıydım. Yaza sile saatler içerisinde -insan çok önemli şeyleri saçamıyor hemen etrafına- sadece iki paragraf yazabilmiş olsam da gönderecektim. "Dear Jamie Oliver..." diyordum klişelerden klişe beğenerek, "I have no idea about how to..." On Eylüldü. Zorlu Center'da açılan Jamie's Italian'ın açılışına gidip teşekkür etmeyi bile düşünmüştüm. Ya da bilmiyorum, eşine mi ulaşırdım.


 Bugün Belgelerim klasöründe dolaşırken bu docx dosyasını buldum.  Bulunca gülümsedim, açıp bakınca daha çok gülümsedim. Acılı bir  gülümsemeydi belki ama bilirsiniz, acı iştahı açar.

     Tedavi süreci uzun sürdü elbette, bunu daha acıklı daha sıcağı sıcağına  kaleme aldım ama o aldığım yerde kaldı. Geri Dönüşüm Kutusu'nu Boşalt'a tıklayamadım hâlâ kafamda, en azından teker teker siliyorum daha ama herhalde imkanım olsa bir yandan pastacılık ya da ufak ama sıradan olmayan bir restoran işletmeciliği de yapardım.

     Mektubu hâlâ göndermedim ama bir gün göndereceğim, buna inanıyorum.
     Psikoloji kaale alınması gereken biri.

22 Mart 2015 Pazar

Highway to Rayihâ


     Her kokudan bir hatıra çıkarmayı sevmiyorum.

     Kütüphane lavabosunda el yıkarken aklıma mide spazmı olduğum günler, Caldion marka deodorant kokusu duyunca on yaşında falan gittiğim Vertical Limit'i o zamanların meşhur Antalya Megapol sinemasında izlerken -bizim ilçede yazları talep olmadığından kapanan sinema yok tabii o vakitler- aşırı sıcak salondan filmin yarısında çıkışımız (acaba o filme beni nasıl almışlardı bi de?) ya da Mulan niyetiyle gidip yer olmayınca Meet Joe Black'e (1998) girdiğimde bir otobüsün aldığı reklamda gördüğüm Claire Forlani'nin Julia Roberts'a benzemesiyle aklıma gelen Notting Hill'i evde izlerkenki yer fıstığı kokusu (yoksa o 2000 UEFAsını izlerken duymuş olabileceğim karpuz kokusu muydu?), Activex sabun alırken sınava ikinci kez hazırlanıp yine hiç çalışmadığım yıl (2009) geliyor. Gelmesin mesela. 
     Beynin koku alma ve kokuyu şekillendirme merkezi çok ilginç. "Beyin zehir" tabiri caizse. Duyulan bir şarkının kötü bir ânı hatırlatmasından daha zalim. Bir de hatırlanmak istenmeyen isimler var elbette. O konuya hiç girmiyorum. 
     Bir kere, "koku" kelimesi baştan arızalı. Saçma sapan eklerle türetilmiş kelimelerle anlaşamıyoruz. (Top 3: 1- olay (Türkçede "-ay" diye bir yapım eki yok iken... Long live Güneş Dil Teorisi!) 2- etkinlik 3- dergi/silgi/çizgi) Bilmem, belki Arapça ve Farsça kelimelerle kafayı bozmuş bir "İslâmcı"yımdır. Sahi, kokunun Arapçası rayihâ. Bakın, bu ciddi bir müstakbel kız çocuğu ismidir.
      
     Koku insanı katil edebilir, Allah muhafaza. "Hayır, artık duymak istemiyorum! Çat!"
     Dedemin ruhsatı dolmuş bir tabancası vardı. Yüklüğün alt çekmecesinde yıllarca durmuş ve ben onu ilaç kutusunu bulup tüm hapları ağzına dolduran bir çocuk olarak yıllarca bulamamıştım. Sonra ceza geldi bir gün. 

     Kokulara ceza kesmek istiyorum. 

     Hepsinden bahsetmiyorum tabii bunların. Mesela bugün ayın yirmi ikisi. Bir hafta sonra Antalya'da hava portakal çiçeğiyle dolacak. Bir Akdenizli olarak bu kokunun müdavimi olmamak elde değil. Çayını, reçelini yapmak şart. 

     Sanırım altıncı sınıfa geçtiğim yaz Antalya Memurevleri'ndeki yazlık dairemizin karşı komşusu olan arkadaşıma -Zehra mıydı adı?- doğum gününde deodorant almıştım. Masa üstü süslerini, işe yaramayacak, evin içinde gereksiz suretler teşkil edecek bibloları oldum olası haz etmem. "İşe yarayacak bir şey olmalı, bitsin ki damakta tadı kalsın." diye düşünmüştüm, öyle hatırlıyorum. Kıytırık bir deodoranttı zira orta birin makarna salatalı, sosisli milföy börekli doğum günü kutlamalarından birine gidecekti defter kabıyla kaplanıp. Zehra bana "parti"den sonra "Hande, sana çok teşekkür etmek istiyorum. Herkes aynı tip hediyeler getirirken sen bana hem işe yarayacak hem de damakta tadı kalacak, hep hatırlanacak bir hediye getirdin. Çok teşekkür ederim." gibi bir konuşma yapmıştı. (Belki benim Dikey Limitli Caldionum gibi hatırlıyordur beni o kokuyu duyunca tabii, bilemiyorum. İnşallah portakal çiçekli form çayı gibi hatırlasın.) Ben de o döneme aiden apartmanın benim odamdan taraftaki bahçe duvarlarına yazılmış "şeytan", "satan" yazılarını görüp ara ara uyuyamadığımı ve o zamanlar annemin yeni aldığı deri kordonlu saatimin lunaparkta koşuşturup terleyince yaptığı kokuyu hatırlıyorum. 

     Bence parfüm kullanmak the binyediyüzseksendokuz Vatandaşlık ve İnsan Hakları Bildirgesi kanunlarına göre yasaklanmalı hepten. ("Before the law, no-one can use perfume if he bothers anyone else.") Çünkü burada benim özgürlüğüm başlıyor falan.

     ...

     Bir de duymadan alınan kokular var. Al-Kauthar dinleyince hiç gitmediğin Endülüs'ü koklamak (bu hiç bitmesin isteneni), 3 Doors Down dinleyince laçka olmuş ergen ilişkileri duymak gibi. Maiden dinlerken sütlü çay içiyorum mesela henüz hiç denemediğim. (Vintage-metal mixture - Eau de toilette

     "Sıradaki şarkımız bir sonraki rayihâmıza gelsin." 
     Kokuya şarkılı göndermeler yapmak.

     Çok sevdiğim kokuları, bir sürü dolaylı sevmediklerim için harcayabilirim. Dolayısıyla bir koku uğruna insan harcayan adamın hikâyesi olan Koku filmini izlemedim, izlemiyorum. Obsessive compulsive disorder in an advanced stage on the road of bipolar affective disorder tanısı bunu gerektirir. 

     Feridun Düzağaç kendini kendinden çıkarınca bile sıfır kalmıyor, ben sevmediklerimden sevdiklerimi çıkarınca bile yüzlerdeyim hâlâ. 
     Kulaklarımla koklayacağım bundan sonra. 

30 Aralık 2014 Salı

Karlı Mukaddime (Şapkalı A Opsiyonel)

                       ► Kaya Project - Eye of the Storm (feat. Omar Faruk Tekbilek) ♫

Yo hayır, "Bak kar, bak!" karesi değil,
Dünyacada "mükemmel" böyle deniyormuş, bak; tefekküre eğil.
Bak, en hunharından en mazlumuna,
Ve kurdundan kuşuna,
Taşından ve toprağından suyuna,
Her şey sevdi kar
Herkes kar sevdi.
"Ne kadar sevsem, kâr." dedi.

Sen de dedin, bir zaman önce.
Hiçbir şey tesadüf değil, dercesine.
"Soldan üçüncü bankta oturup
Sadece izleyerek hayatını geçirmek istediğin"
Sade(ce) hayatını, berrağa yakın yani.
Ya da ne bileyim, "Sade" diye bir kavim vardır.
O dille yaz(amay)ıp çiz(eme)mek istiyorsundur en bir izolece.
Gayet olur sence.
Mars'ta da varmış bir gölün emâresi,
Mesela.
Curiosity buldu geçen daha.
O da ne akıllı araç ha!
"E işte, tamam!"
Senin kavmin neden olmayacakmış?
Yok mu üçü beşe satan?
-Gırla!
"Sadelik" de meşrulaşabilir pekâlâ.
Zaten,
"K"nin kulağı ile burnu birbirini tutmadıkça,
Ve "A"nın tahterevallisi dışa taşmışsa
-içe taşmak oluyormuş gibi-
"R"nin sinsi kuyruğu da satır altına kaçarsa,
Daha yaşayıp yazacak bir "sürü"n var "bir sürü",
Dökeceğin var,
Tamamlanmamışlıktan.
Taneler de başını eğmiş hazır, el açacaklar.
Centilmenlikten.
Eşlik etmeye niyetliler sana duâ duâ şükrederken.
Eh
Hisar'a karşı,
İlk waffle sahası.
"Kaç sene olmuş?" - Altı-yedi.
Dur, dur bi'!
Dinle,
Soldan üçüncü bank da "Çok şükür." dedi.
Eşlik edecek kahve kokulu çarşı.

...

Bana en klişesinden bir fincan verin.
Alelade olacak ama, kupamsı ve derin.
Lessie kafalı köpek,
Tek göz kapağı façalı kedi, kara.
Şiş karınlı karga,
Gelin, duâ duralım.
Duraduralım şuracıkta, rüzgâr serin.

Zirâ hayat,
Akışına bırakış,
Buruksuz gülümseme.
"Zira" da birden sıfat oldu,
Neyse!

Maviye karşı oturup ağlarsak,
"Cüzî iradeliler" göremez bizi.
Sevinemezler.
Yeşile karşı verirsek yüzümüzü,
Kıskanamaz "mümkün"ler.
O zaman çünkü,
Cüzî Olan'ına teslim ederiz o günkü cüzümüzü.


İşte bak;
Şimdi geliyor bir klişe kroşe:
-Aa, ağlıyor musun sen?
Gardını al,
"Ne olmuş?"
Savunmayı izle.
-Yok, merak ettim.
Karşı hamle:
-Yok.
Israrcı anne:
-Biriyle mi tartıştın?
Nakavtını bekle:
"Küllî'ye sığındım?"

13 Ekim 2014 Pazartesi

Kadraj Kırığı

     “Acaba hangisinin parçası bu?” diye bir beden büyükçe düşün palmiye saçlı. Yaşıtın hemen her kız çocuğundaki gibi tadımlık boğum boğum bileğinde isminin yazılı olduğu altın künyen zorlasın büklümlerini. Ensende hareler oluşturmuş, kıvırcık olmayla dalgalılık arasında çetin bir kararsızlık yaşayan, skalada sarıdan açık kestaneye doğru nizam gösteren saçların zemindeki tozları yutsun o henüz maksimum uzunluğuna erişmemiş kollarınla koltuğun altına terk edilmiş fotoğraf karesi parçasına uzanırken.
     “Onu senin değil, benim bulmam gerekmez mi?” sesi, cümle soru edatına yaklaştığınca yaklaşıyor. Artık irkilmiyorsun bile. Gayriaheste doğrulur, olabildiğince yavaş çevirirsin boynunu ve birkaç yıldır aşina olduğun aynı pabuçları görürsün zaten. Hayır, gerisini merak etmezsin; artık tiksindiğini mi yoksa hiçbir zaman umursamamış olduğu mu idrak edemediğin hurda kasketi görmek istemiyorsun.
     -Ah, tabii. Sensiz olmaz.
     Kadraj ünlüsü gülümsesin. Şimdi kesin o kasket de oynamıştır biraz yerinden gerilen yanaklar hasebiyle. Gerilen sinsi yanaklar, sinsice gerilen yanaklar… Dayanamaz olursun olabildiğine kısa hayatına alabildiğine esrar katmaya.
     -Bak, bu onun geri kalanı. Tam sol omzundaki elimden yırtılmış baksana, işaret parmağım burada duruyor. Evet, şimdi harika oldu.
     İnsan bir fotoğrafın kopmuş parçalarını biriktirip karıştırarak onların hangi büyük parçaya ait olduğunu bulmaya çalışmaktan ne anlar ki? Ya çok aptal ve boş ya da çok zeki ve ulaşılmaz. Geçmişinin hatrı sayılır masum sabıkalarına bakılırsa ikinci seçenek, yuvarlak içine alınması gereken.
     Nefret ettiğin yaz mevsiminin eylüle çalan son günlerinden biri daha bitmek üzere neyse ki, yan odanın önünde sağlam birer yalıtım materyaliymişçesine üst üste dizilmiş, kalabalığı delip geçebilen o uğursuz sesi duyduğunda. Şimdi bas bas bağıran bir leylek sürüsünce ses, uğuldayarak sana ulaşmaya çalışacak ve muhtemelen oynanan Kulaktan Kulağa’dan sonra aldığı hal “Haydi gel, gel de kardeşini gör! Hiç mi merak etmiyorsun?” olacak. Ve olasılıksızca, bir kardeş düşüncesi beş yaşında yaramazlığının ve şımarıklığının baharında olan üç tam iki yarım dişli bir erkek çocuğuna ne kadar itici gelse de olmayan köpek dişlerinin yerinde esen yelle hasıl olan boşlukları göstermekten hiç çekinmeyerek ilk kardeş nazarına vurulacak.
     …
     Ne var ki ufaklığın dupduru zihni ve istemsiz masumiyetiyle boş bakan gri gözleri griden laciverte ve lacivertten maviye dönerken de boş bakmaya devam ediyor. Eh, herkesin bir kusuru olur; o da öyle güzel gözlü olmanın cezasını çekecek.
     Hâlâ gaddar.
     Ve cânilik perçinlenmeye amadeyken duruluk, bulanıklığa teslim olmama mücadelesi vermeli.
     Öyle de olacak.
     Asırlık hipotez, kuram olma yolunda bir adım daha atacak.
     On sekiz yaşındaki tüm arkadaşlarının yaptığı gibi çizgi roman okumak gibi ebeveyn takdiri dahilindeki aktiviteleri yapmak yerine o Anne Rice’ın aynı adlıkitabındanuyarlanan –Klişeler tek kelime olsun ona göre.- “Vampirle Görüşme” filminin on sekizinci seansını yeni bitirmiş, “Güzelliği Serbest Bırakma” kitabına kaldığı yerden devam ediyor. Acelesi var, annesi her an niye böyle olduğunu hususundaki sorulara cevap arama işlemine başlayabilir.
     Kaldığı sayfadaki kitap ayracını yerinden oynattığı anda odasından gelen sesi duyuyor. Koşup bakmak yerine sesin sürekliliğini takip etmeye karar verecek. (Süreksizliğini yeğliyor.) Aşağı kata inen demode terliklerin sesleri, bir kez sendeliyor. Trabzanlar biraz sallanıyor. Odanın kapısı aşağı inen süratli gölgenin hışmından biraz daha açılıyor yan odanın kapısıyla eşzamanlıca. Neredeyse küçük bir “n” yapacak kadar kaskatı kesilmiş yatmakta. Soluksuz kalmamış fakat kalbinin çarpıntısı onu oksijensiz bırakacabilecek kadar hunhar.
     O meşhur ilk müdahaleyi annesi yapmakta. Paniğin sebep olduğu el titremesinden kurtulmaya çalışarak doktorun haftada iki kez anlattıklarını teker teker uygulamaya çalışıyor: “Önce yavaşça vücut gevşetilecek, sonra ayaklar baş hizasının biraz altında olacak şekilde yüksek bir materyalin üzerine konulacak ve böylece kan akışı düzenlenmeye çalışılacak. “
     İlgisinden çok kayıtsızlığı tercih edilen bir ağabey olarak yan gözle bakıyor içeriye mutfağa gidiyormuş gibi yaparken. Hırlıyorsa sorun yok. Mırlıyor.
     …
     -Duygudan bu kadar yoksun kalmayı nasıl başardın?
     -Başar(t)ıldım.
     Yapbozun en zor parçalarından birini yerine koyarken sol elinden daha kemikli ve daha geniş ayalı sağ eliyle kızın önüne dökülmüş bir tutam saçı kulak arkasına yapıştırırcasına yerleştiriyor. O anda Flunk’tan Cigarette Burns çalmasını ne de çok istiyor evvelki harekete senkronize olarak. Son içtiği sigara, hayatının en kirli ve zalim işini yaptığı gün paydosta içtiği Kırmızı Winston. Kemikli, nikotin benekli, kafein içerikli parmaklarında can çekişiyor. Ancak ona yakışır böyle leş kokulu bir tütün. Üzerine sinmiş, leşe karışan bir başka ağırlaşmış ölüm…
     -Tek kurtuluşu(m) terk-i diyarıydı onun. Ne o daha fazla acı çekti ne ben ne de (y)aşamasız hayatıma çok sonra dahil olan sen.
     -Kanı temiz miydi?
    -Kan dökemeyecek kadar titizim. Akıtsam da allığıyla bir labirent oluştururdum, simetrisinden. Neyse, biliyorsun zannımca; yastık falan… Kaz tüyü. Obsesifiyim.
     …
     Uzatmasızca, en mutlu anı(sı)nı “ölümsüzleştirmek” istediğinden çağırıyor çapraz dükkandaki fotoğrafçı sefilini eve. Minnacık çocuk, kardeşiyle fotoğraf istiyor; bir kare. Ölümünü ölümsüzleştiriyor, kansızca vücuda gelen “ölümlüleştirme”yle.
     …
     -Hepimiz arındık. Haydi parmağı yerine yapıştır dikkatlice.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Boğuntulu Telkinler ve Zafer

                                                 ► Radical Face - Welcome Home ♫

       Çok bilmiş bilinçaltına sorsan bin bir çelişkiyle ısıtarak önüne getireceği (t)onlarca hayâl kırıklığın, pişmanlığın ve serzenişin var. Hep birlikte, yüzünün kabakulak olduğun zaman şişen yerinde toplanmış hücûm etmeyi bekliyorlar kafatasına. Ne yapacağını şaşırıyorsun. Taarruza izin versen, (biliyorum, şart kipinden sonra virgül gelmez "normalde") kendine karşı kazanmaya başladığın yarım saygını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaksın.
     -Buraya kadar geldim, bundan sonra pes etmek olmaz. 
     Bir kere göz yumayım diyorsun. Bütün bir gün, hafta, ay can çekişeceğime yapabileceğim düşüncesinin üzerine tipeks çekerken, o bir an nefessiz kalırım; olur biter. 
     ...
     Kapını poyrazda açık bıraktığında içeri üşüşen toz zerrecikleri gibi neşe içinde yuvarlanarak aklını kirletmeyi bekliyorlar zaten onlar da. İçeri daldıkları anda, yanağındaki şişliğin tüm bedenine verdiği rahatsızlık dinecek; orada bir fazlalık oluşmasına rağmen göğsündeki boşluk dolacak. Acı dinecek, boşluk bitecek. Pek âlâ. 
     Sabah kalktığında içinde oluşmasından çekindiğin, haydi nezâketi bırak, tenini dikenlere parçalatırcasına kaçtığın "boğuntu" illetini -suffocation işte, hep diyorum, bazı kelimeler bazı dillerde daha anlamlı ve kapsamlı- atlatmaya başlamışsın, seviniyorsun. Mânevî sürüncemelerin az ve hattâ yok artık. Şükür ki melankoli artık huy olmayacak sende. 
     -Şükret.
     Kime dayanıp kime güveneceğini iyice idrâk etmiş gibisin? Biliyordun da O'nun sâdeceliğini, derin derin yaşıyorsun artık. Daha ne?


     Eskilerin ve eski kalmak isteyenlerin "mâzi" deyip yalnızca plâklar üzerinde andıkları şeyler sende belki bir günlük, aylık, yıllık pörsümeler. Duysa bu eski(ci)ler, sana çemkirirler. Kimse anlamaz içinde ne serzenişe ne isyâna yer olduğunu artık. Derler ki: "Vay, ne güzel de zıt gitmiş hayatla! Evet, bu kafa güzel; bu kafanın gideri var." Söylerler ki: "Tam da beni anlatıyor, sıkışan ruhumu. Deliliğimin mütercim tercümanı." Oysa, sen bu çiçeği burnunda akil-baliğ deliliği alt etmenin ramak kaldısındasın. Bilmezler.
     Delirmeye müptelâymış beşer. Deli gibi olmaya daha çok. Farklı olduğunu sanyormuş meğer, orijinal bedenler uğruna. Tenini yaralarken jiletle, ruhunun beden plasentasıyla bağını koparmak... Önünü ve ardını ayırmak, sinir uçlarıyla sınır uçlarına uçmak. Öyle bir ortası yokluğa meftûn olmuş ki âdem, ne bir ilerisi ne de bir gerisi var artık ketini vuruverecek. 
     -Sen de öyle zannettin bazen.
     Ne kötü. En sevdiğin kırmızı ile başka sevdiklerinin birleştiği noktayı kestirememek, bazen "Astigmatım ben, bulanık görürüm." deyiverip sığ geçememek... "Kesin bir pislik var." kalleşi. 
     Pili bitmeye yüz tutmuş bir el feneriyle otobanlarda aramaya çıktığın duruluğu bulamadığın, kestiremediğin zamanları unutma. Nasıl hırsız zannedilme endişesiyle adımladığını da beyaz şeritleri. 
     ...
     Bir şeyleri sanmaktan vazgeçmeye başladığında çizildi sınırlar. Renk körlüğünün asıl tedavisini çözdün gibi. Ondan bu soyutluğun ve nokta atışların. Doğduğundan bu yana var olan ânın tadını çıkarmayıp "Ne zaman gideceğiz?" sorusu var bir de tabii.  
     Kendini aşarken birilerine de böyle hissetmeyi aşılamak istiyorsun. Biraz güzellik aşırmak hayattan. Sükûnet ve püripaklık gibilerini. Bundan sonra da birkaç kırık zihinle bölüşmek, kırıntılarını yerlere dökmeden ve dahi tabağını sünnetleyerek. Ne kadar değerli olduklarını anladın. 
     O zaman, sonsuz nimete sonsuz şükrü onlara da aşıla. Aşıla ki, aş olsun yüreklerine. 

17 Ağustos 2014 Pazar

Ket Farkı

                                     ► Evanthia Reboutsika - The Railway Station ♫

     Henüz, sekiz buçuk yıldır yaşıyorum. Bir kardeşim olsun diye, âileme sürekli baskı yaptığım dönemlerdeyiz. Atarimin görüntüsü tamam da, sesi hâlâ cızırtılı çıkıyor. Bir herkesin atarisi gibi olmadı.
     Bugs Bunny izlerken havuç yemeyi yeni bıraktım. Kimse Road Runner gibi hızlı koşmuyor çünkü ve Acme muhabbeti tam bir fiyasko. En dürüstü Çakal Coyote, fıtratının gereğini yerine getirmeye çalışıyor sadece. Acaba Amerika gerçekten kahır mı olsa?
     Dün, gazeteden kesip biriktirdiğim kuponların söz verdiği gibi Furby oyuncağım geldi Yay-Sat'tan. Anneannemlerdeyim - ne olabilirdi ki-, heyecanla açtım Förbi'yi. İçimde bir korku yok değildi tabii, zirâ benim teknolojik gereçlerim bozuk çıkar genelde. Şaşırtmadı zaten küçük Förbi de, sesi çıkmıyordu onun da.
     Akşam, mâdem Förbi adam çıkmadı, atariye devam mentalitesiyle oyuna devam ettim hırsla. Bu arada, annemlere yaptığım baskılar sonuç verdi ve annem genelde, atari koltuğunun karşısındaki üçlüde karnı şimşiş yatıyor. İşte şimdi de öyle. Saat 3 olmuş. Uyusam iyi olur. Sıkıldım. Atariyi kapatı...


     *kayıp*




      Bir çocuk için, orta şiddetli bir sarsıntı bile anlık bir hâfıza silimine neden olabilir. Sarsıntının fiziksel ya da psikolojik olması fark etmez. Ya da ikisinin aynı anda zuhur etmesi. Zihin temasları henüz tertemiz olan bir çocuk sarsıldığında, beyazın üzerine kırık beyaz bir şerit çekilir ve Ctrl Z mantığı, bu gibi durumlarda işe yaramaz.
     Marmaralı çocuklarda işte böyle yaramadı işe.
     Yaramadı, çünkü öldüler.
     Kalanlar da sildiler. Beyinlerini kesip atanlar da vardı belki.
     Onlara, suskunlukları ve kafalarında çektikleri kliplerle destek olan diğerleri bir de. Uzaktan bakan fakat hiçbir görüntüyü unutamayanlar. Akdenizliler, Karadenizliler, Doğu, Güneydoğu, Ege çocukları, İç Anadolulular.

 

     Çocuklar aynı anda ne çok şey kaydettiklerini fark etmezler. Akıllarına girerse bir kere, kolay kolay silinmeyeceğini düşünmediklerinden de her şeye en çok ve önce onlar şâhit olurlar.
     17 Ağustos 1999'da, on beş yıl sonra dahi hatırlayacakları, taze nefeslerinden henüz sonuncusunu vermiş oğlunu bağrına basarak bir öne bir geri sallanarak ağıtlar yakan annenin acısıdır meselâ bu şâhitliklerden biri. Faylara teslim olanların yanında, bu tanıklar, bu görüntüyü ilk, evin neresinde otururken gördüklerini
 ne hissettiklerini, çevre enkâzın griliğini çocukâne gözleriyle hatırlarlar. Ellerinde ekmekleriyle bir binalar yığınının önünde göz yaşı silen kasketli amcayı, gazete manşetlerini ve elbette oyuncak bebekleri de bilirler. Yalnızca başı kalanın ya da "geri kalan tek şey statüsü"ne binâen daha sıkı sarılınanın gülümseyen donuk bakışlarını diyorum.

     Sonra, gidenleri anımsarlar bu çocuklar. Görecelidir elbet o gitmekler, gelenleri de hatırlatıyor olabilirler. Ama o kesif memleket ayrılığı kokusunu duyarlar ve bunu vedâzedelerle paylaşırlar. Henüz, doydukları ve doğdukları yerden bir kez olsun - en azından uzun süreli- ayrılmamışlardır, bir "hoşça kal"ın ne kadar yıkıcı olabileceğini tahâyyül edebilirler. Onu düşünebilirler işte ince ince. Olan bitenin ardından yaşanan tüm sansasyonlar da, bir yangının ardından günlerce sönemeyen ağaçların iliklerine işleyen ve günbegün  plastikimsi duyumsanmaya başlanan koku gibi en az bir ertesi yıllarına siner.
   

     İşte bu genel izleyiciyi oluşturan çocukların maktûl, kurban olanlarla yâhut yeni bir hayata başlamaya çalışanlarla aralarında bir ket farkı oluşur geçmişi daksillemek husûsunda. Yıkılan binaların statü göstergesi kot farklarınca, onlar da farklı boyut ve vakitlerde ket vurmaya çalışırlar geriye doğru. Formülün elemanlarından zaman ve yol ise nicelik olarak farklı olduğundan bu iki grup arasında rehabilitasyon süreci de ona göre şekillenir, bir matematiğe dönüşür.

     Travma matematiği.

     Bu ders ise, televizyon ekranlarında beliren hesap numaraları ile tamamlanır. "Yardımlarınız için..."
     Ve arkada, ağıtımsı bir melodi çalar, çalar, çalar.
     Aylar boyunca... Yıllar geçer, yine o-vâri ezgiler duyulur.

     Kurban ve şâhit çocuklar, hemen her yıl telefon ekranına bakmadan girerler 17 Ağustos'a. Mümkün olsa, günün imkânlarına güvenerek bir "atla" tuşuna basmak isterler.
   
   
      Ben, şâhit olan gürûhtandım. Çalışmayan Förbim, annemin yeşil elbisesi, odanın sarı ampulü, oturduğum koltuk, yer yatağı, ağıt annesini gördüğüm balkon ve 37 ekran televizyon, sarı-turuncu atari kasetlerim aklımda, çoğu o günkü hâlleriyle hem de. Bu, kuş tüyü bir servet zihnimde taşıdığım. Servet, zirâ şükrümü perçinler, dünyâyı budar, maddeyi kınar. Zede gürûhun kalbinde taşıdığı tüm acılar, kim bilir onları nasıl yontar?


     Ağustos, Türkiye'de on beş yıldır otuz çeker.



     Yaradan, hiç kimseye "Orada kimse var mı?" dedirtmesin bir daha.


   


     

15 Temmuz 2014 Salı

(Eş) Zamansızlık

                                ► Eternal Tears of Sorrow - The River Flows Frozen ♫
 
     Esâretini başkalarınıa yüklemenin âlemi yok. "Başka"nın âlemi seninki gibi olamaz çünkü, biliyorsun.
     Obsesyonunu başkalara devretmek mi? Böyle bir şey yok. Başka(nın) dünyâ(sı) bir mi seninkiyle? Neden barınamadın? Neden onunla yaşamadın ve onu yaşayamadın öyleyse?
     (Eş) zamansızlıktan.
     Olumsuzluk yeterlik fiiliyle birleşiyordu çünkü. Öyle değilmiş gibi davranıyorsun sadece. Tahâyyül -ne güzel kelime- yürüyemediğin yollara, başka formlarına ihtimâl veremediğin bulutlara, süt liman olmasını istediğin fakat bunun imkânsızlığını çoktan idrâk ettiğin kalplere değmedin ve değinmedin. Ve değmiyor, değinmiyorsun da. Ulaşamadıklarına duyduğun öfke seni ulaşılmaz mı yapıyor? Cidden öyle olmak istediğindan dahi emin değilsin halbuki. Neyse ki, erişilmezlik zirveler için bile sınırlı.
     Cevabı zaten olmadığı için yanıtlayamayacağın sorularla, cevap bulamayacağına kanaat getirdiklerini ve bu konuda ön yargılı olduklarını ilkokuldaki abaküsünün -ne abaküsü be, sayı boncuğu işte- aynı işlevi gören fakat birbirinden bîhaber katlarına yerleştirip katları da odalara ayırdığında, bir parıltı var gibi.
     -Parıltı değil, varsayımlarımın diğerleri için vaha, bir bana çorak adasında serap görüyorum muhtemelen.
     Yine yapıyorsun. Ve yine yapmıyorsun. Ağına takılmayan balıkların cezasını evini kurabileceğin bambulara kesip duruyorsun. Olumsuzların, pozitiflerini sollayarak vücûda geliyor işte yine. Barınak değil, "yaşanak" lâzım sana. (Aynı şey değil "barınmak"la "yaşamak".) Barınmaya gidersen, çaresizliğin elindekileri bir kenara fırlatıp ağrıyıp duran şakakların aklına gelse bile, köşeye doğru yarım adımı tamamlamadan vazgeçeceksin.
     -Balığın ağı bulduğu an.
     Ağa takılmayacak bile ki. Kendi arayacak, bulmak isteyecek. Deniz ona barınak oluyor çünkü, sen yaşamayı istediğin için sana katkıda bulunacak. "Sayın yetkili, İki dakika kadar yaşayabilir miyim?" Kelebekten beter.
     -Bu kez görünse de görünmese de, istese de istemese de olumlu ama; sarı gülen yüzü var ilkokul defteri stickerıvâri.
     O, bunun için kilometreler aşmayı düşünüyorken, senin sindiğin köşeden kalkman üç adım?
     ...
     O adımlar ne, biliyor musun? Tutsağıymışsın gibi davranıp yolunu kestiğini düşündüğün, arkasını görmen bahanesiyle sadece kendi ile biraz ilgilenmeni isteyen her şeye açtığın kucak; mâkûlü ve makbûlü olacakken mağduru ve maktûlü olduğun yer yüzüne atacağın ve en önemli belgeye karaladığın için değiştiremeyeceğin, bunu da, istemeyeceğin imzan.
     Herkes gibi hissettiğin kalıcı olmak konusunda yapabileceğin en güzel "öz iyilik". Dünyâda, âlemde "öz" ile başlayan her birim gibi, senin yapı taşlarının formülünü etkileyecek eleman. Şimdiki etkisizle dört işleme bile girmesine gerek kalmayacak, gidecek. Etkisizliğini anlayıp.
     Böyle böyle (kararınca) umursamaz ve yeterince (ön) yargısız oluyorsun.
     -Kıvâm.
     Bittabî. Hepsini birbirine ve kendine yedirdikten sonra bakarsın, tutmak zorunda.

   

13 Temmuz 2014 Pazar

Günlük Yürüyüşleri Potasında Eriten Deparlar

                                                      ► Can Gox - Melancholy Man ♫


    Eskiden bu kadar ivedî, bu kadar hoyrat  değildin sevgili vakit. Sıkılırdık, ''Geçse.'' derdik. Anlık da olsa söylerdik, söylenirdik. Zirâ tuzlu kahveyi sessizce yudumlayan bir damat adayı perverdeliği mevcuttu sende.
    Aynı değil miydin? Yoksa biz mi farklıyız artık sevgili vakit? 
    Hoş, hiç uyuşamadık seninle. De... Ne senin aklına gelirdi bana yetmeyeceğin, ne de benim tahâyyülüm olabilirdi seni erken yakalayacağım.
    Bütün gün otursam, günlerce boş olsam, hiçbir şey yapmasam bile geçip gider oldun çabucak. Sana nankör cümleler kuramaz oldum artık sevgili vakit. 
    Ne yaşlanıyorum hissimden şu yakınmalarım ne de günümü yaşayamıyorum derdinden. (Bu ne...ne kalıbı harikûlade etkili, insanı hemen Montaigneleştirebilir, bahtımız benzemesin.) İçimdeki boşluk, tavan arasında cirit atan fareler gibi; ekran parazitleri, çocukları korkutan reklâmlar gibi.

-Küçükken ellerini yıkamayan çocukların hazin sonunu gök gürültüsüvâri sesler arasında anlatan jingleları hatırlar mısın? (Another Brick In) the Wall'un kıyma yapılan çocuklarından bile beterdi.

    Artık, '' Kendim için yapmak istediklerimi erteliyorum.'' düşüncesinden çok ''Sevdiklerimi daha fazla sevmek istiyorum, sevmeye daha çok zamanım olsun.'' düşüncesi zihnimi meşgul eden. 
    Öyle hızlısın ki artık; eskiden beş yıl önce yazdığıma çizdiğime bakıp kendimi alaya alırken şimdi iki hafta, iki gün, iki dakika önceki ''ben'' i sevmiyorum. Hissedemiyorum bir duyguyu en derininden cânım vakit.
    Ya da...
    Ya da her şey beynime bir ok gibi saplandıkça nakış nakış işleniveriyor anında, ruhumda sofralar kuruveriyor hepsi tepsi tepsi.
    Bugünün işini hep yarına bırakmış gibiyim.
    Bugün tamamlasam da her şeyi; yerli yerinde, saati saatine yapsam da eksik, yarını yok. 
    Günlük yürüyüşlerimin senin deparında kayboluşu bu. 
    Belki de bazen ruhum kokuşmuş.